Latife Hanım Atatürk’ü Anlatıyor
Bu yazı ile sizlere sunduğum konunun dört özelliğine işaret etmek isterim. Birincisi, Atatürk’ün hayat hikâyesinde az işlenmiş bir konuyu ele almış olmam, ikincisi, rahmetli Latife Uşaklıgil Hanımefendi (1898-1975) ile konuşabilmiş tek gazeteci bulunmam, üçüncüsü anlatacaklarımın mühim kısmını, Latife Hanımefendi’nin sağlığında yayınlamış olmam(1) ve dolayısıyla söyleyeceklerimin tamamıyla hakikate uygun oluşunda tereddüt edilemeyeceği, dördüncüsü de 1950 yılında, bazı sebeplerden dolayı yazmamış olduklarımı açıklamamdır.
1950 yılında, “Zaman” isimli günlük bir gazetede türlü kaynak ve şahıslardan derlediğim bilgilerle Atatürk’e ait hatıralar yayınlıyordum. Bir gün gazetenin sahibi Feridun Dirimtekin, beni çağırdı ve Latife Hanım’a ait kısımları kesmemi, kendisinin telefon ederek çok ağır konuştuğunu sözlerine ilâve etti. Yazılarım büyük ilgi uyandırmıştı. Herhalde yazıların kesilmesini patron da istememiş olacak ki: “İstersen, kendisini ziyaret ederek müsaade al!” dedi.
Telefonla randevu almadan -red ederse ikinci bir teşebbüs yapamam düşüncesiyle- Ayazpaşa’daki Villa Uşaklı’nın kapısına dayandım. Büyük bir bahçe içinde, büyük bir köşktü. Kapıcı kulübesinde, “Hanımefendi’yi görmek istiyorum, kendilerini ilgilendiren bir konu için geldim” dedim. Telefon edildi, fakat ziyaretimin sebebi ısrarla istendi. Ben de mecbur oldum, zaman gazetesinden geldiğimi söyledim. Kapıcının aldığı cevap müspet idi. Beni, köşkün salonuna kadar götürdü.
Latife Hanım’ın, birçok gezilerde, Atatürk ile beraber resimlerini görmüştüm, fakat burada karşılaştığım hanımefendi, asla o değildi.
Atatürk’ten ayrılalı 28 yıl olmuştu. Bu 28 yıl, bu asil kadının üç mevsimini de kemirmişti. Artık ne ilkbahar ne yaz ne de sohbaharı kalmıştı. Bembeyaz karlı bir dağbaşı, dağların uçurumlarını andıran derin kırışıklarla dolu bir yüz.
– Buyurunuz efendim.
Yer gösteriyor. Yanındaki uzun boylu birini :
– Kardeşim İsmail, diye takdim ettikten sonra, nasıl kahve içeceğimi soruyor, zahmet olmasın diyorum fakat kabul etmiyor, kahveler geliyor ve içiliyor, işte o zaman bir gürleme, hırçın ve haykırış:
– Ne hakla benim hayatımı yazıyorsunuz? Kim veriyor bu hakkı size?
İrkiliyorum, şaşırıyorum.. Verecek cevap bulamıyorum. Başımı kaldınıp yüzüne bakmaktan korkmaktayım.
O anda nasıl geldiğini bilemediğim bir tepki ile konuşuyorum. Aklımda kalan şunlar:
– Hanımefendi, diyorum, Atatürk’ten ayrıldığınızdan bu zamana kadar, O’na mensubiyetinizi bütün asaletinizle muhafaza ettiniz, Türk kadınlığı, sizin heykelinizi dikmelidir. Fakat Hanımefendi, Allah size uzun ömürler versin, siz ölür de ben yaşarsam, sizin aleyhinizde en ağır yazıyı ben yazacağım, Siz, Atatürk’ün en yakını oldunuz. O’nun hakkında sizin bildiklerinizi kimse bilmiyor. Onları öbür dünyaya götürmeye hakkınız yoktur. Atatürk kimsenin inhisarında değildir. O bizim, Türk milletinin, hatta bütün dünyanın sevgi ve saygısını toplamıştır. Onu bütün yönleri ile bilmeliyiz. Halbuki siz onları saklıyorsunuz.
Burada söyleyeceklerimi, onun, Latife Uşaklıgil Hanımefendi’nin sağlığında yazmam doğru olmazdı, şimdi anlatmaya çalışacağım. Hiddet ve şiddetle bir fırtına, bir bora gibi coşan, haykıran insan bu defa, karin bir sesle ve ağır kelimelerle mırıldanır gibi aynen şöyle dedi:
– Vatan topraklarının hudutlarında, bu vatan için nöbet tutan mehmetçiklerin vatan aşkı gibi aşkla, Atatürk halâ içimde alev alev yanıyor…
Ve hiç beklenmeyen, hatta asla ihtimal verilmeyen bir değişiklikle, bu vakarlı, bu hayatın en muhteşem günlerini yaşamış kadın, hıçkırmaya, hıçkıra hıçkıra gözyaşları dökmeye başladı.
– Seni sevdim oğlum dedi, samimisin.. Yalnız sana bilmediğin şeyi söyleyeyim. Biz ayrılırken Mustafa Kemal, bana: “Lâtif, bana asker sözü ver! Müşterek hayatımıza dair, hiçbir gazeteci ile konuşmayacaksın.” dedi ve ben de asker sözü verdim.
Artık cesaret bulmuştum, konuşabilirdim:
– Hanımefendi, dedim, asker sözünü tuttunuz. Büyük insan, fani hayata veda etti. Siz bana değil, tarihe konuşacaksınız,
Bu anlattıklarım, o vakit, benim için kolay olmamıştı. Biz, Atatürk’ün Altın Devri’ni yaşayanlar, Atatürk ile büyülenmiş gibi idik. Atatürk’ü yürür, konuşurken bile, O’nu, meçhul ülkelerden gelmiş bir mitoloji kahramanı gibi görüyorduk.. O Altın Devir’de, onun varlığından bize, bizden ona çağlayanlar gibi sevgi akardı.
Latife Uşaklıgil’in karşısına çıkmam da onun için yukarıda anlattığım kadar basit olmamıştı 1950 yılında.. Müsaade ederseniz, Villa Uşaklı’ya girerken kapıldığım duyguları o zaman yazdığım yazıdan okuyacağım:
“Bir mabede giriyorum. İfadesi güç, imkansız duygular çemberi içindeyim Bir mabede giriyorum, orada canlı bir tarih ile, abideleşmiş bir timsalle karşılaşacağımı biliyorum, fakat dua eder gibi nasıl konuşacağımı tahmin edemiyorum. Yıllar, uzun yıllar, binbir hadise ile dolu yılların ardında kalmış bir sima ile karşılacağımı biliyorum fakat, heyecanım o kadar taşkın, duygularım o kadar madde aleminden ayrılmış ki…
Hayır diyorum hayır… Bütün dünya milletlerinin dehasında ittifak ettikleri Büyük Türk’ün ilk ve son eşi Latife, bir Sfenks gibi göçüp gitmemelidir, biz Atatürk’ün nesli, onu vazifeye davet etmeliyiz, onu tarihin karanlık kalmış sahifelerini aydınlatmaya davet etmeliyiz.
Dehası ve iradesi, bir sır gibi izah edilmez bir muamma halinde kalsa da Atatürk’ün fani hayat içindeki söz ve hareketlerinin bilinmesi, bunların tarihe mal edilmesini temin etmek, Atatürk’ün Altın Devri’ni yaşayanların gelecek nesillere karşı bir vazifesi ve mesuliyetidir.
Bu düşünce ve bu duygularla yıllar ve uzun yıllarını ardında hatıralarıyla gömülü kalmak isteyen Sayın Latife Uşaklıgil’in oturduğu Ayazpaşada’ki Villa Uşaklı’nın kapısına geldiğim vakit heyecanım son haddini bulmuştu. Buraya sanki sokaklar geçerek, vasıtalara binerek, yorularak, nefes alarak gelmemiştim. Burada sanki her gün herkesin, hepimizin konuştuğu kelimelerle konuşmayacaktım.
Evet, bir mabede girer gibi girmiş, uzun yılların uyuttuğu hatıraları uyandırmış, tam dört buçuk saat dua eder gibi konuşmuş ve Türk milleti, Türk kadınlığı adına gurur duyarak ayrılmıştım. Gurur duyuyordum, çünkü Latife Uşaklıgil, aşkı, imanı ve feragatı ile abideleşmiş bir varlıktı.
Bir yabancı yazarın “Yaşarken İlahlaşmıştı” diye tarif ettigi Atatürk’ün manevi varlığında Latife Uşaklıgil bütün arzularını, gençliğin en ateşli çağını, Allah’ın insanoğlu için yarattığı her türlü nimeti Türk milletinin şiarına yakışır bir asaletle içine gömmüş, kalbinde saklamıştı.”
Evet, tam kırkbir yıl önce Latife Uşaklıgil’in huzurunda ben bu duygular içinde kıvranmıştım.
Bir ara:
– Hanımefendi, hatta, siz de Atatürk hakkında bir eser yazmalısınız.. diyebildim. Lâtife Uşaklıgil’in yüzünde beliren derin bir ızdırabın yanında gözleri bir an alev gibi parlamış ve şu cevabı vermişti :
– Yazmak mı? Yazmak… Yirmi yıl, dünya büyüklerinin hayat hikayelerini okudum. Bütün kahramanların, bütün inkılâpçıların, bütün hükümdarların hayatlarına dair her dilde kitap okudum (Latife Hanımefendi Latince dahil dört dil biliyordu) Evet, sayısız kitap okudum.. Heyhat… Okudukça, inceledikçe anladım ki imkânsız. Yazılamaz.. Her büyük adamın hayat hikâyesini okudukça Atatürk daha çok büyüdü, yazılamaz, anlatılmaz bir varlık olduğuna inandım.
Latife Uşaklıgil anlatıyor…
“İzmir’in işgali, bütün bir milleti bir kalp haline getirdiği, bütün bir milletin matem tuttuğu günler. Orada yaşayanlar, yarı ölü bir halde ve gözleri karanlık ufuklarda en küçük bir ümit ışığı göremiyor. Evlerin bacalarında baykuşlar ötüyor, on binlerce aile, evini barkını terk ederek kaçmış. Biz Uşaklıgil ailesi de.. Avrupa’ya, Nis’e…”
“Kaçıyorlar,” çünkü diyor Latife Uşaklıgil, “her gün yeni bir hadise öldürücü olmaktan daha müthiş zehirini kalplerimize akıtıyor, Hava teneffüs edilmez olmuştu. Herşey, hatta her güzel şey manasını kaybetmişti.
Bu uzun izdıraplı günlerden sonra, sihirli bir rüzgar esiyor ve karanlık ufuklar ağarıyor, kuşlar tatlı nağmelerle ötmeye başlıyor, ağaçlar, tarlalar yeşermeye, insanlar nefes almaya başlıyor.”
Genç Lâtife, Nis’te bulundukları sırada her gün Kurtuluş Savaşı haberlerini takip ediyor. Bir gece bir rüya görüyor, babası ve annesine İzmir’in kurtarılacağını, rüyasına dayanarak müjdeliyor ve savaş devam ederken, anne ve babasının bütün ısrarlarına rağmen tek başına İzmir’e geliyor, Türk ordusunun gireceği günü bekliyor.
Latife Uşaklıgil’in rüyası tahakkuk ediyor ve fakat görmediği başka bir rüya âleminin içinde buluyor kendisini..
Lâtife Uşaklıgil, Büyük Kurtarıcı’yı İzmir’de bulunacağı müddet zarfında misafir kalması için babasının köşküne davet ediyor. Köşk çok müsaittir.
Başkomutan, herkesin bir defa görebilmek için canını fedaya hazır olduğu bu tarifi yapılmaz yüzbinlerin coşku içinde kendilerini kaybettikleri günlerde, Göztepe’ye, Uşaklı köşkü’ne maiyeti ile birlikte geliyor. Köşkte yalnız küçük Latife ve büyük annesi bulunuyor. Muammer Bey, Lâtife’nin hemşireleri bu sırada Avrupa’dadırlar. Latife bu gelişe inanamıyor ve Mustafa Kemal’in ayaklarına kapanıyor.
– Paşa, Paşam…
Muzaffer Başkomutan onu kaldırıyor, yanaklarını okşuyor, ruhları titreten, ürperten bakışları ile onu süzüyor ve gözgöze geliyorlar.
Lâtife’nin bakışlarında sonsuz bir saadet gözle görülür gibi canlı.. Ve muzaffer komutan, yarattığı saadeti o gözlerde görmektedir, bunu gördüğü için de belki kendisi de hayatının mesut anlarından birini yaşamaktadır.
Bu karşılaşma anında Atatürk’le beraber bulunan yaveri Salih Bozok, sonra, bir anısında şöyle anlatır:
“Latife, Mustafa Kemal’i o kadar büyük bir sevinç ve candan karşıladı ki, şimdi bazı teferruatını hatırladıkça, mütehassis olmaktan kendimi alamıyorum. Hiçbir hareket gözönünden kaçmayan Atatürk de, Latife Hanım’ın bu samimi haline kayıtsız kalamadı.”
İzmir’in büyük bir kısmını silip süpüren o meşhur yangın, Mustafa Kemal’in köşkte misafir bulunduğu zaman devam ediyordu. Şehri terk ederek kaçan düşman son ihaneti bu yangını çıkarmakla yapmıştı.
Mustafa Kemal, köşkün teraçasından bu yangını seyrederken Küçük Latife de yanındadır.
Soruyor:
– Bu yangın yerinde size ait emlâk var mıdır?
– Emlakımızın mühim kısmı yanan sahadadır Paşam.. Fakat ne beis var? İsterse hepsi yansın. Yeter ki siz sağ olun. Bu mesut günleri gören insanlar için malın ne kıymeti olur. Memleket kurtuldu ya.. Yeniden daha mükemmel olarak yapacağız…
Gazi gözlerini alevlerden ayırmadan mırıldanıyor:
– Evet, yansın yıkılsın.. Hepsinin telâfisi mümkündür.
Lâtife Uşaklıgil, artık geçmiş hatıralarını, yeniden yaşıyordu, yaşadığı günleri görüyor gibi idi. Konudan konuya geçiyordu, ben hiçbir şey soramıyordum.
– Emil Ludwig, çok iyi dostumdu. Nis’te, yanyana evlerde oturuyorduk. Zengin kütüphanesi vardı, çok faydalanırdım. Hayatımı bütün ayrıntıları ile bilirdi, çünkü sohbetlerde sorar ben de anlatırdım. Hayatımı yazmak istedi, müsaade etmedim. Ama o istediğini yazabilirdi, çünkü, dediğim gibi herşeyi biliyordu. Birgün bana :
– Yazmayacağım dedi, senin gözyaşları ile yıkanmış hatıralarına hürmet edeceğim ve yazmayacağım.
Ve yazmadı.
Latife Hanım bir süre sustu ve sonra şahsım için de bana aynen şöyle dedi:
– Beni ilk defa siz konuşturdunuz.. Bunun şerefi size aittir. Ben, Atatürk’ü gördüğüm dakikadan itibaren hatıralarımı tuttum. Amerika’dan bir müessese istedi, vermedim.
Bu abide kadın, bir bahsi bitirince dalıyor, yeni bir konuya geçiyordu. Bir aralık:
– Benden sormak istediğiniz bir şey varsa sorunuz, yalnız bir soruya cevap vermeyeceğim. O da niçin boşandığımızdır. Bunu babam da sormadı, sorsaydı cevap alamayacaktı.
Türk kadınlığının bir sembolü olarak gördüğüm ve bugün de buna inandığım, Latife Hanımefendi’ye herhangi bir soru sormaya kendimde cesaret bulamadım :
– Hanımefendi, dedim, ben sadece bizi dinlemek istiyorum…
Gülümseyerek:
– Atatürk’ün şahsiyetini belirtmesi, tabii, bir cephesini belirtmesi bakımından bir hadisesini anlatayım. Evli bulunduğum sırada İzmir’de idik. Doktorların tavsiyesi ile çok asude bir hayat geçirmesi icabediyordu. İstirahat tavsiye etmişlerdi. İçki de içmemesini söylemişlerdi. Bu tavsiyelere ancak birkaç gün riayet edebildi. Bir türlü uyku uyuyamadığı bir gece saat ikide:
– Ben şimdi atlı tramvaya binmek istiyorum, dedi.
O saatte tramvay bulunmasının imkânsız olduğunu söyledim. İstirahat etmesini rica ettim:
– Vaktin geç olduğunu söylüyorsun, ben de biliyorum, ben de bundan istifade ederek tramvaya binmek istiyorum, dedi.
Yaverleri uyandırdım, telefonlar edildi. Saat üçe doğru istenen tramvay hazırlanmıştı. Yaverleri de yanına aldı hep beraber tramvayın bulunduğu yere gelerek tramvaya bindik. İhtiyar bir sürücü idi. Kamçıyı atlara şaklatıyor ve sürmeye çalışıyordu. Atatürk, sürücüye:
– Sen atları hep kamçı ile mi idare edersin? diye sordu.
– Tabii Paşam, kamçısız idare edilir mi?
– Neden idare edilmesin?
– Biz görmedik.
Sen şu yerini bana ver de nasıl idare edilir göstereyim.
Atatürk, sürücünün yerine geçti, dizginleri eline aldı, kamçıyı havada şaklatarak, deh, deh diye seslenip sürmeye başladı. Dizginleri de durmadan sallıyor ve tramvay gidiyordu.
Sürücüye sordu:
– Nasıl sürebiliyor muyum?
– Benden daha güzel idare ediyorsunuz Paşam..
– Ben de senin gibi bir idareciyim. Ben de yüzbinlerce insanı idare ettim, onları ölüme giden yola sevk ettim. Ama hiçbirisine kamçı kullanmadım. Kamçısız idare ettim.
Ben söze karıştım:
– Ben de biletçi olsam Paşam, dedim.
Bana döndü, elini havaya kaldırıp avucunu havada çevirip ceketinin cebine sokar gibi yaparak:
– Bilet kes ama paraları, cebine atma dedi. Sonra:
– Görüyorsun kamçısız idare ediyorum, beni fazla konuşturma!. Latife Hanımefendi bu olayın mucip sebebini de anlattı, fakat:
–– Bunları yazmayın, herkes, bu fıkra ile Atatürk’ün kamçılı idare istemediği manasını çıkarır, öbür sebep varsın bilinmesin.
Elbette bilinmesin olmaz; fakat o zaman Lâtife Hanımefendi böyle istemişlerdi, ben de yazmamıştım.
Şimdi, Atatürk’ün gece yarısı tramvaya binmek isteyişinin ve binmesinin sebebini gene Latife Hanım’dan dinliyelim:
– Tramvaya binildikten sonra eve dönüldü ve uyundu. Doğrusu, ben merak içinde idim. Bunun mutlaka bir sebebi olmalıydı. Atatürk böyle manasız bir harekette bulunmazdı. Merak ediyordum, fakat soramıyordum. Birkaç gün geçmişti, yüzüme manalı, manalı bakarak:
– Anlıyorum, dedi halâ o geceyi merak ediyorsun ve ne idi o delice hareket diyorsun.
– Estağfurullah, neden delice olsun?
– Yok, görünüşü delice idi ama, başka çarem yoktu. Maiyetimden biri, o gece bizimle gelenlerden biri, kamçılı idareye benzeyen hareketle menfaatlenmişti. Meseleyi öğrendim ve çok üzüldüm. Bana ve memlekete büyük hizmetleri vardı. Hem onu feda etmek hem de benim adamlarından birinin böyle hareket etmiş olmasının duyulması çok fena olurdu, ama ona da bir ders vermek icabederdi. Yüzüne de vurmak istemedim. O takdirde onu uzaklaştırmak icabedecek, gene şayi olacaktı. İşte o adama bir ders vermek için bu hareketi yaptım. İstedim ki, benim bildiğimi anlasın ve kendisine ders olsun!.
Kalbi vefa oldu büyük insan, her kötülüğü iyilikle onarmak için kendi huzur ve rahatını her zaman feda etmiştir.
Gene ilk defa duyacağınız bir olay.. Büyük Türk kadını anlatıyor:
– Çokça dışarılara çıkmıyordum ama, bazı ziyaretler yapmakta idim. Neden sonra fark ettim, bir sivil memur beni daima takip etmektedir. Bir yağmurlu gündü, artık tanımaya başladığım bu memur, beni köşkün kapısına kadar takip etmişti. Çokça yağmur yağıyordu. Memura işaretle çağırdım ve:
– Evlâdım, artık, seni tanıdım, beni takip ediyorsun, çok ıslandin kulübeye gir de kurulan, dedim, köşke girdikten sonra aklıma geldi. Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda idi. Telefonla aradım ve şöyle dedim: “Paşam, benden bir suikast mi bekleniyor ki, polis beni takip ediyor”. Konuştuk. Yarım saat geçmemişti. Orada imiş, Şükrü Kaya geldi. Atatürk göndermiş, benden özür dileniyordu. Şükrü Kaya şöyle dedi:
“Atatürk’ü bu derece hiddetli hiçbir defa görmedim. Çok ağır konuştu. Size kim emir verdi benim karımı takip edin diye, bu ne rezalettir..”
İlk karşılaştığım zaman son derece asık, buruk bir yüzle karşılayan Latife Hanım, şimdi anılarını anlatırken, yüzünde neşe ve saadetin verdiği tatlı ürperti ile titreşiyordu.
Bu hala içinde alev alev tutuşmakta olan ve çok uzun yıllar geçtiği halde asla küllenmeyen ebedi aşkından mı geliyordu?
Bundan şüphe yoktur, çünkü ben Villa Uşaklı’dan ayrılırken sokağa kadar uğurlamak nezaketini gösteren kardeşi İsmail Bey, mırıldanarak şöyle demişti:
“Latife ayrıldıktan sonra babamla annemle olsun onbeş dakika konuşmadı, kabuğuna çekildi, sizinle tam dörtbuçuk saat konuştu.”
Evet, buruk karşılaştığım Mustafa Kemal’in deyimi ile Lâtif, şimdi şakırg gibi idi. Bana hatıra olarak GAZİ yazılı sigara veriyor, konudan konuya geçerek konuşuyordu.
– Bir Konya seyahatinde idik. Mevsim kıştı, Mustafa Kemal ordu evinde bir toplantıda bulunacaktı. Ben, misafir kaldığımız evde yemekten sonra yatak odasına geçmiş, harıl harıl yanan sobanın karşısında koltuğa gömülmüş, ayaklarıma da bir battaniye örtmüştüm. Uyumuşum. Uyandığım zaman ne gördüm tahmin edemezsiniz. Mustafa Kemal beni koltukta uyur görünce uyandırmaya kıyamamış olacak, yataktan bir yastık alarak ayak ucuma koymuş, yorganı da alıp üstüne çekmiş, hali üzerinde uyuyor. Yerimden fırlamak istedim, fakat bu sefer ben kendilerini uyandırmamak için kımıldanmadım.
Mustafa Kemal ile Latife Uşaklıgil arasında bağlar karşılıklı idi.. Konya gecesi olayından daha canlı belgelere sahip bulunuyoruz. Mustafa Kemal’in İzmir’de bulunduğu müddet zarfında geçen olaylar, Latife Hanımefendi’nin Ankara’ya yazdığı mektuplar, en nihayet ömürboyu Atatürk’ten ayrılmayan ve Ata’nın ölümünde “Onsuz yaşanmaz” diye kurşunu kalbine sıkan Salih Bozok’un yazdıkları..
İşte 25.10.1922 tarihli “Latif”ten imzalı mektup:
“Mukaddes Paşam,
Pek mesut dakikalar yaşadım. Şimdi de derin bir teessünün altında ezilmekteyim. Burada bırakmış oldugunuz şeref, bütün alemin saadet halesidir. Fakat yalnız bendenizin olan çok kıymetli ve ebedi bir şeyi daha vardır. O da canlı hatıranızdır. Yoksa, bu kadar debdebe, bu kadar haşmet ve bilhassa samimiyetten sonra yalnız nasıl yaşayabilirim? Görüyorum ki bütün hissiyatımla zatı devletlerinizi takip etmekteyim. Yegane emelim, münciye (kurtarıcıya) hizmettir. Birçok defalar, ufak bir vazife istirham emiştim. Muvafakat buyurulmadı. Bazar dalıyorum, saatlerce gözlerim kapalı düşünüyorum. Bu rüyadan uyanışımda: “Ya Rab, ne eksilirdi deryayı izzetinden” diye gözyaşları döküyorum. Belki: “Beni yirmi gün görmekle bu kız benden ne istiyor? ve bu hakkı ona kim vermiştir.” diye hiddetlenirsiniz. Bu zavallı kızcağız, şimdiye kadar hayatın birçok acı sahifelerini okumuş, hiç kimseye raptıkalp etmemiştir. Nacarımda hiçbir şeyin ehemmiyeti olmamıştır. Fakat, ilk görüşte, dünyanın en büyük dahisi kendisi için saklanmış olan sadakat, hürmet, samimiyet almak tenezzülünde bulunmuştur. Hayatımın son dakikasına kadar mesut veya bedbaht edileyim. Fiilen olmasa, hayalen daima beraber yaşayacağım. Madem ki bütün saadetimi, Zat Devletinizin hizmetinde buluyorum. Yegâne arzum ne suretle olursa olsun sadakatimin yanınızda bir silah olmasıdır. Esasen Zatı Devletlerinizi bu kadar temiz ve her türlü menfaat-i şahsiyeden vareste olarak seven kaç kişi vardır.”
Tabiidir ki, Lâtife Uşaklıgil’in böylesine bir mektup yazabilmesi için, kendisine cesaret veren sebepler vardı.
Ne hazin bir tecellidir ki, Latife Uşaklıgil’in “hayatının son dakikasına kadar -Mesut veya bedbaht edileyim müciyi takipten hali kalmayacağım.” dileği tahakkuk etti. Felek bu yılları daha mesut geçirebilirdi, fakat “bahtsız” geçirdi. Yalnız bu “bahtsı,” kelimesi Latife Uşaklıgil için lügat manasını kaybetmiştir, çünkü o ızdırapla yoğrulmuş yıllarında Mukaddes Paşa’sının mukakker hatıraları ile hayatın bütün ızdırabını, zehiri panzepir yaparak yudum yudum içti.
Latife Uşaklıgil’in, son nefesine kadar bu duygular içinde yaşamış olduğuna şüphe etmemek lazımdır. 1950 yılında birçok hatıralarını anlattıktan sonra bana söyledikleri şunlar olmuştu:
“Atatürk, Türk Milleti’nin sembolüdür, Türk Gençligi O’nu daima sevmelidir. Siz yazarlar O’na her zaman sevgi haleleri örmelisiniz. O buna layıktır ve O’nun buna ihtiyacı vardır. Milletini nasıl sevdiğini, gençliğe nasıl inandığını bilemezsiniz. En büyük arzum, Türk çocuklarını etrafıma toplayıp O’ndan bahsetmektir. O’nun milletine, memleketine karşı her zaman şahit olduğum sevgisini konferanslarla anlatmak istiyorum. Bunu yapacağım. Haftanın muayyen günlerinde Türk Gençliği’ne bunları anlatabilmek benim son arzumdur.”
(1) Atatürk ve Latife Hanım, konuşan : Niyazi Ahmet Banoğlu, Tarih Dünyası, Sayı : 1-2